YUŞA YALÇINTAŞ, KOZA: PİLEVNELİ | YALIKAVAK

YUŞA YALÇINTAŞ

koza
PİLEVNELİ | YALIKAVAK


Dünyaya bakmalarıyla başlar her şey. Özgürce görmeleri, anlamlandırmaları ve kodlamalarıyla. Kendi dünyalarını yaratırken gerçeklikle de belli belirsiz oyunlar oynarlar; sorgulayan bakışları ve çevrelerini keşfetme çabalarıyla, yarattıkları sonsuz evren ve kısıtlayıcı gerçeklikler arasında incecik bir çizgide gidip gelerek yaşamayı bilir çocuklar. Ta ki yetişkin olup, inşa ettikleri dünyayı kendi elleriyle yıkmak zorunda kalıncaya dek.

Zamansız, Mekânsız, İsimsiz Çocukların Sahnesi
Yuşa Yalçıntaş’ın çalışmalarında birbirine benzeyen çocukları, bazen bize aşina, bazen de tamamen tanımsız mekânlarda ve çoğunlukla simetrik kompozisyonlar içinde görürüz. Bir yandan perspektif, orantı ve gerçekçilikten uzak görünen, bir yandan da geometrik ve sembolik detaylarla bezeli mistik bir mimarinin söz konusu olduğu eserlerde kimlik ve zaman gibi algılar da denklem dışı bırakılır. Resimlerin içerdiği sembolizm, mimari yapıların farklı biçimlerde ortaya çıkışı ve figürlerin simetrisi Şamanizm, Japon ve Uzak Doğu kültürlerini Türk minyatürleri ve Yahudi mistisizmiyle bir araya getirirken, sanatçının kendi anılarına ve çocukluk hikâyelerine de hassas alanlar açar. Bu çok kültürlü görsel dil, onun geçmişe yolculuğuna eşlik ederken özellikle ev/barınma, kurallar/toplumsal normlar, okul yaşamı/öğrencilik, mimarinin dili/doğanın özlemi gibi konulara nasıl yaklaştığına dair nüansları izleyiciye aktarır. İşte bu tiyatro sahnelerinde karşımıza çıkan ifadesiz yüzlü “prototip” çocuklar, oynadıkları oyunların veya okul yapısının kurallarını uygulayan ritmik hareketleriyle bir performans içinde, sanki bir ritüeli canlandırıyor gibi görünürler. Yuşa, çocuk oyunlarında tüm insan davranışları için bir metafor olduğunu fark ederek eserlerine inançları, davranış biçimlerini ve toplumu anlamaya yönelik çabasına çocuk bakışını dahil eder. Yeni sergisi “Koza” için geliştirdiği düşünceler de tam da bu bakış açısıyla bugünün ev kavramına ve barınmaya dair kapsayıcı bir sorgulama alanı yaratır.

Kozanın İçinden, Dünyanın Dışından
Çocukluğumuza dönersek; ev bizim için ne demekti? Yetişkinlerin evi çekip çevirmek, düzenlemek, ihtiyaçlarımızı karşılamak için sınırsızca çabaladığı anların çok uzağında, para kavramının yaşamla bağından bihaber; oyunlarla, aileyle, nesnelerle ve bunların getirdiği duygularla sınırlı bir kozaydı belki de. Yuşa, işte bir evin nasıl geçindirildiğini, korunduğunu ve sürdürülebildiğini bilmeden yaşadığımız o dönemden bakar bu kez hayata. Tırtılların kelebeğe dönüşmeden önce bir süre içinde kaldıkları korunaklı yapı olan koza da o dönemki evimize, anne karnı gibi bir barınma alanına, hassas ve ince yapısı nedeniyle de günümüzde ev kavramına dair sorunlar ve çelişkilere yönelik narin ve etkileyici bir metafor olarak ortaya çıkıyor. Çocuğun gözünden ev, yaşayan bir organizma olarak kendi düşsel varlığını sürdürürken, ne yazık ki bugünün ve yaşadığımız coğrafyanın gerçeği deprem felaketleri, mülk tutkusu, inşaat hevesi, ekonomik kriz, rant ilişkileri, kira sorunu, göçebelik ve mültecilik gibi gerçekleriyle sarsılarak o saf köklerinden kopuyor.

Kurabiye Evlerin, Yenilebilir Jetonların İronisi
Geçmiş eserlerine göre kendini biraz daha serbest bırakarak çocukluğundaki gibi doğaçlama resim yapmanın yolunu arayan Yuşa’nın sergideki eserleri, aslında tek bir çizim etrafında kurgulanıyor: “Kurabiye Ev”. Adını duyduğumuzda kaçınılmaz şekilde Hansel ile Gretel’in masalındaki şeker evi hatırlatan resim, tıpkı bu masalın aslında açlık ve savaş gibi nedenlerle çocukların aileleri tarafından ormana bırakıldığı Orta Çağ dönemi zorluklarına dayanması gibi ürpertici bir ironinin varlığını hemen hissettiriyor. Çocukluğumuzda evimizi kendini yaşatan bir organizma gibi görmemize referansla, çatıdan eve düşen kurabiye-jeton nesne sayesinde para-yiyecek (kaynak-beslenme) ilişkisinin muzip bir sahnelemesini yansıtan sanatçı, bir yandan bugünün ekonomik koşullarında oynamak yerine çalışmak zorunda kalan, ev geçindirmeye katkıda bulunan çocuklara, diğer yandan ise bunun karşısındaki “karın doyuramayan” sisteme göndermeler yapıyor. Bu resimden yola çıkarak farklı sahneleri betimleyen sanatçının “Yanmış Okul” adlı eseri ise yanan bir okuldan bir tür törenle, kutlamayla ayrılıp çimenlere yatan, oynayan çocukları gösteriyor. Yuşa’nın uzun süre yatılı okulda okumasından dolayı evinin okula, okulunun ise eve dönüşmesi, okulla ilgili temaları ele almasında da oldukça etkili oluyor. Hatta 23 Nisan törenlerinden sonra yemekhanedeki tiyatro sahnesinde öğretmenler yokken oynadıkları doğaçlama oyunlar, yatılı okulun bahçesini ev bahçesi gibi görmesi ve okul kitaplarından alıntıladığı anekdotlar, çizimlerindeki tören, tiyatro ve ritüel sahnelerinde etkisini doğrudan hissettiriyor. “Gölge Oyunu”nda ise artık tamamen belirsiz, hayalet gibi süzülen çocuk bedenleri, çocuğun hangi evde/ailede doğuyorsa ona göre şekillendiğini vurgulayacak şekilde en tanımsız, şekillenmeye, yetiştirilmeye en müsait hâlinde çıkıyor karşımıza. O figürlerin giderek netleşmesi, renklenmesi ve canlanması da mümkün; gölge olarak uzaklaşıp göğe, toprağa karışarak yok olması da.

Çocuk Büstler, Kaideli Elementler: Medeniyetin Saf Hâli
Sergide, resimlerin yanı sıra dört bronz heykel/büst de yer alıyor. Peki ideolojik ve toplumsal söylemlerin sembolleri hâline gelen büstlerin okul döneminden itibaren millî duyguların inşası ve kültürel kimliğin gelişimindeki yerini düşünürsek, çocuk büstleri bize ne ifade eder? İroninin yanı sıra ciddiyeti ve hüznü de barındıran bu dört büstün her biri, doğadaki dört elementten birini simgeliyor. Ateş, su, hava ve toprak, bir yandan ait olduğumuz, parçamız olan doğayı -evimizin en saf hâlini- temsil ederken fazlaca inşa edilmiş, eğilip bükülmüş, oynanmış, süslenmiş yaşam alanlarımızla da dalga geçiyor belki de. Nesneler evreninden kaçarak doğaya ve madde dünyasına dönen, birbirini tamamlayan ve birbirine bakan bu büstler, Yuşa için sadece en saf elementleri temsil eden çocukların olduğu ve tek karar mekanizmasının da bu nedenle onlardan oluştuğu olduğu gerçek dışı bir medeniyeti çağrıştırıyor. Böylece çocuk bakışından ev, bir tür alternatif medeniyet kurularak özgür, kural ve normların baskısından arınmış, kendini doğanın imkânlarına bırakmış bir oyun alanına dönüşüyor.

Dış dünyanın sert, öngörülemez gerçekliğinden korunmak için girdikleri kozadan dışarı bakan çocuklar, kurabiye evlerinin sözde korunaklı kapısını kilitleyerek kendilerini sanatçının sergide yarattığı ‘ev’cilik oyununun içinde buluyorlar. Ta ki yetişkin olup, inşa ettikleri dünyayı kendi elleriyle yıkmak zorunda kalıncaya dek.