SUYLA KONUŞMAK: PİLEVNELİ | DOLAPDERE

DEFNE TESAL

SUYLA KONUŞMAK

25.10 - 02.12

PILEVNELI | DOLAPDERE

 

Rutin, hayatta kalmanın koşuludur.

– Flannery O’Connor

 

“Zaman tüm ritmini kaybettiğinde, herhangi bir dayanağı ve istikameti olmadan açıklığa doğru akıp gittiğinde, doğru veya iyi zaman da ortadan kaybolur,”[1] diyor Byung-Chul Han Zamanın Kokusu adlı kitabında. Bugün, bizi ‘bulunma’ duygusunu hissetmekten, boşlukta kapladığımız yeri, hatta bedenimizin ritmini bile algılamaktan alıkoyan bir dünya düzeninde, yeni günün heyecanı zamanın hızla elden kayıp gitmesiyle kendini hep sonraya erteliyor. Sürekli deneyimlemenin, aktif olmanın ve meşguliyetin olumlanması bizi sorumluluklarımızın ağırlığıyla üzerimize çökmüş ve altından kaçıp kurtulamayacağımız büyük bir kaya gibi sıkıştırıyor. Sisteme ayak uydurmayı seçen – veya kendini bilinçsizce onun içinde bulan – çoğunluk için hâl böyle olsa da sanat, belki de zamanın akışına müdahale edebilecek nadir alanlardan biri olarak hâlâ buna boyun eğmeme potansiyelini taşıyor. Doğası gereği derin düşünmeyi, yaratıcılığı, yoğunlaşmayı talep etmesi ve gündüz ile gece arasında belli bir saat dilimine sıkıştırılmadan üretilme özgürlüğü sayesinde sanat, belki de kendisiyle uğraşanlara zamanı deneyimleyebilmenin farklı yollarını daha cömert şekilde sunabiliyor.

 

Defne Tesal da üretiminin başlangıcından bu yana zamanla, anla, geçmişle, gelecekle derdi olan sanatçılardan. Ritüellerle ve rutinlerle koruduğu kendi zamanında, akışın içinde bir aralık açılıp içinde barınılabilecek, dün-bugün-yarın gibi tanımlardan uzaklaşıp doğanın, bedenin ve zihnin ritmini duyabilecek boşluklar yaratmaya çalışıyor. Eserlerinin genellikle sakin, dingin, akışkan olarak tanımlanmasının ardında, ‘şey’lerin ritmik birlikteliğine ve düzenli, kümülatif dizilimine yönelik bir tekrarla, malzemeyle birlikte keşfedebileceği yeni alanlar açma dürtüsü yatıyor. Bu alanları açarken ise, başlangıç noktasından itibaren aslında bedeninin ve mekânın sınırları içinde kalarak belirli bir hareket örüntüsü oluşturuyor. Tekrar hem sanatçı hem de izleyici için bir konsantrasyon yöntemiyken, Deleuze’ün ifadesiyle tekrara saplantı derecesinde yoğunlaşmak, heyecan verici küçük farklılıklar bulmayı sağlar[2]. İleri-geri, yukarı-aşağı, sert veya yumuşak, döngüsel veya çizgisel tüm bu hareketlerle Defne de aslında çizgilerinin, noktalarının, lekelerinin veya dikişlerinin mükemmelliğine değil, kusurları da açık edebilecek titreşimine, kıpırtısına ve parçacıkların bütüne ulaşma serüvenindeki davranışına odaklanıyor; elinin veya malzemenin ona beklenmedik sürprizler yapmasına izin vererek. Hayatımızda sürekli dikey ve yatay alanların buluşması gibi, o da çizgisel zamanı temsil eden yataylarla, bu yolculukla içsel ilişkimizi yansıtan dikeyleri dengeyi koruyarak buluşturuyor hareketlerinde ve izlerinde. Bu davranış geliştirme sürecinde ise beden eylemliliğiyle, çevresel etkileşimiyle, dokunduğu ve şekillendirdikleriyle her zaman merkezde duruyor.

 

Defne’nin gündelik ritüellerinin eserleriyle somutlaştığı yeni sergisi Suyla Konuşmak, daha önceki çalışmalar bütününü de takip ederek birkaç temel jestle üretilen üç farklı serisini bir araya getiriyor. Bu eserler, onun fiziksel olarak mümkün olanı zorlamadan, bedeninin çevresinde usulca, sakince gezinerek yaptığı tekrarların hassas detaylarına tanıklık etmemizi, bir süreliğine de olsa onun zamanına yerleşmemizi sağlıyor.

 

Sahile İniyorum[3]

 

Sabahları sahile iniyorum

Saatine göre dalgalar

bir sokuluyor içeri, bir çekiliyor

Ah, diyorum, perişan haldeyim,

ne yapacağım - ne etmeli?

O güzelim sesiyle deniz,

bağışla diyor, işim gücüm var benim.

-Mary Oliver

 

Defne, son bir yıldır her gün sahile gidiyor; denize bakıyor, ondan etkileniyor, onu dinliyor ve onunla konuşuyor. Su her an değişse de hep orada ve hep kendi hâlinde var olmaya devam ediyor.[4] Bu yapmadan var olabilme, çabasızca durabilme veya dalgalanabilme hâline hayranlık duyuyor belki de suyun. Sahil rutinine paralel olarak gelişen tuval ve heykel serisiyse, onun adeta suyla olan ilişkisinin ve sağaltıcı diyaloğunun görsel notlarına dönüşüyor. Kendi deyimiyle resimlerinde gözün dalıp gittiği, gerçekliğin bulanıklaştığı, insanın bir süreliğine ortamdan soyutlanabileceği anlar yaratmaya çalışan sanatçı, tuval yüzeyini tekrar eden, damla formuna benzer fırça darbeleriyle doldururken gün içinde değişen renklerin, karanlık ve aydınlık arasında gidip gelen atmosferin, rüzgârın yönünün, çamurlanan veya berraklaşan suyun onda bıraktığı izlenimi yansıtıyor. Bu manzaraları ortaya çıkarırken öncelikle tuval alanını boyayıp satırlar gibi soldan sağa doğru birbiri ardına dizilen kısa çizgilerle kaplayarak ızgara biçiminde bir zemin oluşturuyor. Renklerinin not defteri olarak da adlandırabileceğimiz küçük tuval bezlerinde denediği boya karışımlarından seçerek, resmin yüzeyinde titreşen bir hareket oluncaya kadar renk katmanlarını üst üste ekliyor. Kimi zaman daha flu ve mat, kimi zaman daha canlı ve berrak görünen çeşit çeşit kompozisyon, bedenimizin mesafe ve açısına göre farklı doku ve boyutlarla algılanıyorlar. Gözün yanılma potansiyelini adeta bir avantaja çevirerek görüş alanımızı hareketlendiren eserlerde Defne, tuvalin ona verdiği sınırlar içindeki boşluğu doldururken ileri-geri ve yatay-dikey hareketleriyle durağanlığın içinde tıpkı doğadaki gibi bir kıpırtı, ışıltı ve ritim yaratıyor. Ritüellerin yinelendikçe insanı yaşama bağlı ve dayanıklı kılması gibi, parmak izi büyüklüğündeki fırça darbeleri de tekrar ettikçe kendi varlıklarını daha tutarlı ve kararlı şekilde ortaya koyuyorlar. Uzaktan bakınca dalga ve akıntı etkisini, yansıma ve ışımaları algılayabildiğimiz, yaklaştıkça ise sanki derinin bütünlüğünden dokunun ayrıntısına, gözeneğin düzeninden hücrelerin dizilişine ayırt edebildiğimiz bir sistemi keşfediyoruz. Renk alanlarının optik oyunları bizi de sanatçı gibi bir bedensel harekete çağırırken, gözümüzün parçacıklara takılıp yoğunluğun içinde kaybolduğu anlar da zaman boşluklarında serbestçe dolaşmamızı sağlıyor. Mavilerin, yeşillerin ve su renklerinin sakin hakimiyeti, bir iki eserde kendini farklı doku ve renklere bırakarak pembeleşiyor, turunculaşıyor, mavinin kimi zaman ritmi bozuluyor. Senin gibi olmak istiyorum adını verdiği resimle Defne, dokunuşlarıyla sanki denizin ışıltısından bedenin dokusuna, suyun şeffaflığından tenin opaklığına geçiyor. Suyun ve tenin rengi birbirine karışıyor.

 

Sergilenen iki boyutlu eserler arasında büyük ve orta boylu tuvallerin yanı sıra, bir de on bir parçadan oluşan Bir An İçin serisi yer alıyor. Minicik tuval yüzeyleri, büyük eserlerin baştan başa dolu olmasının aksine boşluğun öne çıkmasıyla yaratıyor bu kez ritmini. Parçacıklar yine parmak izi boyutunda, ancak mavi-gri bir paletin içinde kalan daha az ve sakin renkle denizin yüzeyinden yansımaların varyasyonları gibi görünüyor. Doluluğun boşaltılması, parçaların eksiltilmesiyle sadeleşen bu mikro karelerdeki izler, tuvallerin yan yana sıralanmasıyla birlikte hareketlerini tıpkı bir müzik partisyonunu takip eder gibi izlememizi, ritimlerine ayak uydurmak için yoğunlaşmamızı teşvik ediyorlar sanki.

 

“Ben”ler: Boşluğunu Saran Bedenler Oluşturmak

 

Sergide Defne Tesal’ın tuvallerine, rengini jüt bitkisinin doğal renginden alan açık toprak veya koyu ten tonlarındaki amorf heykelleri eşlik ediyor. Bir malzemeye odaklanarak onun potansiyelini keşfetme arzusu, bu kez ipleri döngüsel şekilde sararak onları bir arada tutan düğümlerle yaratılan ritimle birlikte yükselmelerini sağlıyor. Her birini tarifsiz, cinsiyetsiz, türsüz ve kategorisiz bedenler olarak görürken, bir yandan kendi gündelik ruh hallerini yansıttıklarını ifade ediyor. Bu kez yatayda başlayan bir tekrarın sarma sürecinde dikeyle buluştuğu, tuvaldeki gibi bedenin yüzeye göre değil, kütlenin bedene göre davranarak, ona doğru yönlenerek hareket ettiği bir form söz konusu. Elin duruşu, malzemeyle olan karşılıklı pozisyon, ona yakınlığı veya uzaklığı veriyor Ben’ler’e şekillerini. Defne’nin kendisiyle de özdeşleştirdiği ve teniyle dokusu arasında bağ kurduğu bu eserlerde, daha önceki çalışmalarından bazılarında olduğu gibi tekstil malzemesi ona büyük bir esneklik sağlıyor. Aslında oldukça yoğun bir tarihsel ağırlığa ve sembolik anlama sahip olan tekstil-dokuma, Defne’nin kullanımıyla birlikte ipin-dikişin, düğümün, domestik olarak atfedilen zanaatın tanımlayıcı yüklerinden arınarak salt biçim ve doku olarak anlam kazanıyor. Örülmüş bir kozayı andıran, içinde kendi boşluğunu saklayarak gelişen bu bedenlerin ucundaysa sanki nefes alabilmeleri için bırakılmış delikler bulunuyor. Ortaya çıkan dokudaki düzenli kusurlarla birlikte bu yapı, sert bir deri gibi içeride olanı sarmalayan, dışarıdan gelen tüm hasarları kendisi üstlenerek içindekini koruyan bir maddeyi çağrıştırıyor. Defne’nin deyimiyle onları birleştiren ip, her seferinde geçmişe ait olan bir yere çengel atıp ileriye doğru adım atıyor. Heykellerin bir arada platform benzeri bir yükseltide sergilenişiyse, aslında onları sanatçının iç dünyasından-atölyesinden ve gündelik sürecinden çıkarıp sanat eseri olma statülerini vurgulamaya başlıyor; nihayetinde tuvallerle beraber sergilenen, bir önceki mekânda özgürce gelişebilme süreçlerini doldurmuş, bitmiş formlar olarak duruyorlar artık karşımızda. Kimisi daha şişkin gövdesiyle, kimisi boynu bükük veya dik duruşuyla, kimisi küçücük olmuş toparlak hâliyle, değişen ağırlık merkezleriyle beraberce nefes almaya devam ediyorlar.

 

Zamanı Düzenlemek, Dayayıp Döşemek[5]

 

Dikey, yatay ve dairesel hareketlerin sonucunda beden-malzeme ilişkisini geliştirerek doğanın, yapılı mekânın, yüzeyin veya alanın boşluğuna yerleşmek, onu eksiltmek veya artırmak, tüm bunları yaparken ise kendi ritmini yakalayarak onu dinlemek. Defne Tesal, aslında bu ritmi izleyici için farklı duyular aracılığıyla algılanabilir, en çok da hissedilebilir hâle getirmeye çalışıyor. Tamamen öze, iç dünyaya ve var oluşa ait olan bu duygu, sanatı da abartılı bir süreç olmaktan uzaklaştırıp eser yaratma kaygısını unutturuyor. Defne’nin sanatını neredeyse sıradan deneyimlerine eş tutması, malzemeyi bedeninin uzantısı gibi konumlayarak belli sürelerde onunla yaşaması eserlerinin içtenliğini hiçbir zaman kaybetmemesini ve büyük sözlerin altında boğulmamasını sağlıyor. Hayatında kontrol edemediğini hissettiği durumlarla, telaşıyla, hız ve kaosla, zamanı düzenleyerek, onun sürüklenip gitmesini engelleyerek dostça mücadele ediyor. Sergideki eserlerde tekrarın içinde gördüğümüz küçücük farkların ufacık sırları ise heyecanını her zaman canlı tutuyor. Bir şey tekrar edildikçe gerçekten var olmaya başlar, var olması ise onu her defasında yeni bir şeye dönüştürür. Her yeni günün aynı ritmi içinde, içimizdeki çeşit çeşit ‘ben’leri keşfetmenin coşkusu gibi. Doğa da beden de ani değişimleri sevmez, farkların içinde bile yavaşlığı ve sakinliği arar. Defne, her yeni günde kendine dönerek, benzer şeyleri ufak değişikliklerle yaparak, doğanın özellikleri ve ritmini bedenine katarak hak ettiği esneklik ve sükunetle boşluğa yayılıyor.

 

Metin: Gizem Gedik

[1] Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu-Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi bir Deneme (İstanbul: Metis Yayınları, 2018) s.12

[2] Gilles Deleuze, Fark ve Tekrar (İstanbul: Norgunk Yayınları, 2017) / Gilles Deleuze'ün 1968 tarihli kitabıdır. İlk olarak Fransa'da yayımlanan kitap, 1994 yılında Paul Patton tarafından İngilizceye çevrilmiştir.

 [3] Defne Tesal, son bir yıldır rutin olarak sahile gittiği süreçte eserlerini üretirken bu şiirle karşılaşmasının onu heyecanlandırdığını ve duygularını tamamen yansıttığını vurguluyor. Mary Oliver, “A Thousand Mornings”, Corsair Poetry, 2012, s.1 (Çeviri: Seda Toksoy, Defne Tesal)

[4] Defne Tesal’ın sergiden önce kaleme aldığı sergi tanıtım notlarından alıntı.

[5] Byung-Chul Han, Ritüellerin Yok Oluşuna Dair (İnka Yayınları, 2022), s.10 / “Ritüeller muhafazanın sembolik teknikleri olarak tanımlanabilir. Onlar dünyada-olma hâlini evinde-olma hâline dönüştürür. Dünyayı güven duyulabilen bir yer haline getirirler. Mekânda bir ikâmetgah neyse, onlar da zamanda odur. Onlar zamanı ikâmet edilebilir kılmaktadır. Hatta bir ev gibi içinde yürünebilir kılmaktadır. Zamanı düzenlemekte, dayayıp döşemektedir.”

 

Bilgi için: Yasmin Eskinazi Barouh

info@pilevneli.com